Mesut'u anlayabilmek!

Sporx.com Genel Yayın Yönetmeni ve Yazarı Ali Bakın, son zamanların en çok konuşulan isimlerinden Mesut Özil'i ve onun Almanya Milli Takımı'nda oynamayı tercih edişini kaleme aldı...

Sporx'e ücretsiz abone ol,ilk bilen sen ol!
Mesut'u anlayabilmek!
Klavye okları ile sonraki ya da önceki habere geçebilirsiniz.
08 Ekim 2010 16:41
Onlara en başta “gastarbaiter” deniliyordu, yani Türkçe karşılığıyla konuk işçi. İkinci Dünya Savaşı sonrası ülkemizde yaşanan nüfus patlaması ve kırdan kente göçün yarattığı istihdam fazlasının eritilmesi için devlet eliyle Almanya’ya gönderilen Türk işçiler.

Başlangıçta bireysel çabalara dayanan, ama 1961 yılında Federal Almanya ile imzalanan iş gücü anlaşmasıyla resmiyet kazanan, gerek ekonomik, gerek sosyolojik, gerekse de kültürel açıdan Türkiye’de çok şey değiştirmiş olan işçi göçünden bahsediyorum. Yazının başında belirttiğim gibi onlara başlangıçta “gastarbeiter” denildi, çünkü bir süre çalışıp ülkeye geri dönecekleri varsayılıyordu her iki ülke tarafından da. Sayıları başlangıçta birkaç bindi, ancak ucuz emek sömürüsü o kadar karlı geldi ki Federal Almanya’ya, bu sayı yüz binler, hatta milyonlar oldu.

Türkiye için de karlıydı bu göç süreci. “Gurbetçilerin” yemeyip, içmeyip, kimi zaman insanlık dışı koşullarda yaşayıp dişlerinden tırnaklarından artırıp memleketlerine gönderdikleri marklar, ülke ekonomisini neredeyse finanse eder hale geldi. Hatta 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizinin Türkiye’ye olan etkisinin nispeten daha az olmasını, gurbetçilerden gelen bu dövizlere bağlayan görüşlere sahip kimi iktisatçılar vardır.

Kısacası her iki devlet de faydacı yaklaşır göçmen Türk işçilerine. Biri onlara ucuz emek kaynağı gözüyle bakar, diğeri de döviz getirici bir kalem. Bu yüzden bu işçiler “konukluk”tan çıkarlar, kalıcılaşırlar. Artık ailelerini de yanlarına getirmişlerdir. Zaten sorunlar da bundan sonra katlanır. Özellikle bu işçilerin çocukları belki de en büyük zorluğu çeken kesim olur. Uyum sorunu ve dışlanma. Bir yandan “Türken Raus” böğürtüleriyle ırkçı saldırılar, bir yandan asimilasyon politikaları. Kendi ülkelerinde ise “Alamancı” diye yaftalanan ve dışlanmanın başka bir türünü yaşayan “döviz kaynakları”. Ne o kültürden olabilme, ne de tam anlamıyla bu kültürden... İki arada bir derede...

“Gurbetçi” akını


Başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa ülkelerine yaşanan bu göç, Türk futbolunu da derinden etkiledi. Özellikle Alman altyapısının disipliniyle yetiştirilen futbolcuları keşfetti Türk kulüpleri. Almanya’daki ikinci kuşak Türklerden Erhan Önal ve Erdal Keser 1980’li yılların başlarında Türkiye’nin yolunu tuttular. Ama asıl patlama üçüncü kuşakta yaşandı. Spor kamuoyunun onlara taktığı adla yüzlerce “gurbetçi” Türk kulüplerine transfer oldu. Altyapıya hiçbir yatırım yapmadan, doğrudan hazıra konarak, yabancı sınırlamasından kurtularak genç ve yetenekli futbolcuları çoğunlukla ucuza renklerine bağladı Türk kulüpleri...

Kubilay Türkyılmaz’ları, Murat Yakın’ları daha sonra Ümit Davala’lar, Mustafa Doğan’lar, Tayfur Havutçular izledi. Daha sonra dalga çığ gibi büyüdü. Ümit Karan’lar, Serhat Akın’lar, Ali Güneş’ler,  Colin Kazım’lar, Barış Özbek’ler, Özer Hurmacı’lar vb.. izledi. Aynı taktiği milli takımımız da izledi. Yıldıray Baştürk, Hamit ve Halil Altıntop, Nuri Şahin, vb. gibi çok sayıda gurbetçi futbolcu takıma dahil edildi. Federasyon’un öncelikli işlerinden birisi de bu futbolcuları bulmak ve milli takıma dahil etmeye çalışmak oldu.

İktisadi açıdan bakıldığında oldukça karlı bir ilişki: Sıfır emek ve maksimum katkı.

Ve Mesut Özil olayı... Üç kuşaktır Almanya’da yaşayan, orada doğmuş ve büyümüş ve futbol bilgisini bütünüyle o ülkede edinmiş bir bireyin özgür seçimini çarpıtmak niye?

Bahsettiğimiz ne Mehmet Aurelio, ne de Elvan Abeylegesse, (kısmen de Ersan İlyasova)... Yaşamının önemli bir kısmını kendi doğduğu bir ülkede geçirmiş, sırf pragmatik bir bakış açısıyla kategorilerindeki “milli takımlarına” alınmış bu sporculardan tamamen farklı değil mi Mesut? Çünkü onlar olsa olsa “gastarbeiter” yani konuk işçi Türkiye’de. Profesyonelce emeklerinin karşılığını almak isteyen, aktif spor yaşantıları bittikten sonra belki de dönüp gerçek ülkelerine gidecek sporcular.

Almanya’da yaşayan Mesut için aynı şey söylenebilir mi sizce? Gerçekten o kadar alıştık ki kolaycılığa...

Ayrıca son dönemin moda tabiriyle empati kuralım biraz. Almanya’nın yerinde biz olsaydık ve bizim yetiştirdiğimiz bir sporcu başka bir ülkeyi seçseydi, nasıl bir tepki verirdi bu eleştiriyi yapanlar? Çok zor bir soru değil bence.

Başını kuma gömmek

Temmuz 2008’de yazdığım bir yazıda şunları söylemiştim:

“Önemli olan Hitler Almanyası'nda uygulamaya konulmak istenen öjenik, yani bilimsel ırkçı politikaların iflas ettiğidir. Tek bir 'ırka' dayalı toplumlar artık söz konusu değildir' Uluslararası göç süreciyle birlikte o ülkeye gelen kişiler artık bir misafir değil (Almanya'ya ilk giden Türk işçilere 'gastarbeter' yani misafir işçi denildiği hatırlansın), o toplumun bir parçası haline dönüşmüştür.

Nitekim o ülkenin 'ulusal' takımları bunu göstermiyor mu? Artık göçmenler de söz konusu 'ulusun' içinde yer alıyor. Önümüzdeki yıllarda bu süreç daha hızlanacak.

Artık göç veren değil, göç alan ülke konumuna gelen Türkiye'de de önümüzdeki yıllarda, göçmen çocuklarını ulusal takımlarımızda görürsek ('devşirme' olarak adlandırılan sporculardan bahsetmiyorum) şaşırmayın.” (Tamamını okumak için tıklayın)


Yaşanan tam da budur. Uluslararası planda yaşanan gelişmelerden bağımsız düşünmek, kafanızı devekuşu gibi kumun içine gömmek, bu gerçekleri değiştirmiyor ne yazık ki...

Son bir not. Zinedine Zidane’ı çoğumuz beğenir ve takdir ederiz. (Özellikle de bu satırların yazarı...) Türkiye’de en çok sevilen eski futbolculardan birisidir kendisi.

Zizou’nun Cezayir asıllı olduğunu çoğumuz biliriz. Peki Zidane’ın Cezayir’e karşı zamanında sömürgeci ve katliamcı politikalar izleyen Fransa’nın milli takımında oynamayı seçmesine neden aynı tepkiyi vermiyor Mesut’u eleştirenler?

Sizce de çifte standart yok mu?
GÜNÜN İLGİ ÇEKEN VİDEOSU
Tümü
 Reklam